12 Ocak 2016 Salı günü sabah 10.15’te bir intihar bombacısı, sadece İstanbul’da değil Türkiye’de turizmin kalbi sayılan Sultanahmet Meydanı’nda tarihi Dikilitaş’ın yanında kendisini havaya uçurdu. Bir Alman turist kafilesini hedef almış olan saldırıyı duyunca ilk olarak aklıma PKK, daha doğrusu, onun çizgisinde yer alan ve sadece “kör terör” eylemleriyle sesini duyuran TAK (Teyrêbazên Azadiya Kurdistan-Kürdistan Özgürlük Şahinleri) gelmişti.
Çünkü Güneydoğu’da Cizre, Diyarbakır Sur, Nusaybin gibi kent merkezlerinde aylardan beri sokağa çıkma yasakları, buna bağlı olarak güvenlik güçlerinin kuşatması ve çoğunluğunu sivillerin oluşturduğu yüksek sayıda can kayıpları yaşanıyor; PKK’nin Kandil’deki merkezinden “savaşı ülkenin batısına taşıma” tehditleri geliyordu. Önceki yıllarda, PKK’nin devlete karşı yürüttüğü savaşın kritik anlarında savaşı Batı’ya taşımış olduğu, özellikle turistik hedefleri seçmiş olduğu ve ciddi sivil kayıplarına yol açtığı bilindiğinde bu tehditleri ciddiye almak gerekiyordu.
Fakat kısa süre içinde, kendisi dışında 13 yabancı uyruklu kişiyi öldüren eylemcinin IŞİD ile irtibatlı Suriyeli Nebil Fadli olduğu ortaya çıktı. Aslında bu IŞİD’in Türkiye’deki ilk eylemi değildir. Örgüt, 7 Haziran 2015 genel seçimleri öncesi, Adana ve Mersin’de HDP binalarına, Diyarbakır’da da HDP mitingine bombalı saldırı düzenlemişti. Yine aynı yıl 20 Temmuz’da IŞİD’li intihar bombacısı Şeyh Abdurrahman Alagöz Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde 34 kişiyi öldürmüştü. 10 Ekim’deyse kardeşi Yunus Emre Alagöz, adı saptanamayan bir başka IŞİD militanıyla birlikte, Ankara Garı civarında 109 kişiyi katletmişti.
Ancak, bütün bu saldırılar Kürt siyasi hareketine ve/veya onunla dayanışma içindeki sol parti ve kuruluşlara yönelikti. Burada IŞİD’in ana motivasyonu, Suriye ve bir ölçüde de Irak’ta önde gelen düşmanlarından olan PKK’den, başta Kobanî hezimetinin olmak üzere, intikam almaktı. (Suruç’ta hedef alınan sosyalist gençlerin buluşma nedeninin Kobanî ile dayanışma olmasının bu noktada altı çizilmeli.)
Buna ek olarak, Türkiye’de kamuoyunun bir bölümünün “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığıyla bu katliamlardan rahatsız olmadığına, hatta memnun kalabildiğine dikkat çekmek gerekir. Bu da, IŞİD’in bu saldırılarla Türkiye’de zaten varolan kitle tabanını genişletmek istediğini düşündürüyor.
Bu açıdan bakıldığında, Sultanahmet saldırısı IŞİD için bir ilkti, şaşırtıcıydı ve kendisi için risk doğuruyordu. Çünkü Türkiye, özellikle lojistik açısından IŞİD için son derece değerli bir ülkeydi ve IŞİD, ekonominin kilit sektörlerinden turizmi doğrudan hedef almakla bunu kaybetme riskini kışkırtıyordu.
TAK’ın üstlendiği Ankara saldırıları
17 Şubat 2016 Çarşamba akşam 18.45’de yeni bir intihar saldırısı haberi Ankara’dan geldi. İntihar eylemcisi, bombalı yüklü bir araçla başkentin merkezinde askeri personeli taşıyan servis otobüsleri hedef almıştı. Toplam 29 kişinin hayatını kaybettiği eylemin yöntemi akla IŞİD’i getiriyor, fakat hedef seçimi PKK’ya işaret ediyordu. Devletten gelen ilk açıklamalar, bombacının Suriyeli, dolayısıyla PYD/YPG’li olduğu yönündeydi. Ankara bu yolla, uluslararası kamuoyunu PYD/YPG’nin terörist olduğuna ikna etmeye çalışıyordu, fakat fazla uzun sürmeden saldırganın, Suriyeli mülteci kimliği kullanan Vanlı Abdülbaki Sömer olduğu ortaya çıktı. Saldırıyı da TAK üstlendi.
Aradan daha bir ay geçmeden, 13 Mart 2016 Pazar günü, saat 18.30’da, bir önceki saldırı mahaline pek de uzak olmayan bir noktada Kızılay Güvenpark’taki otobüs duraklarında yine patlayıcı yüklü bir otomobil kalabalığın arasına daldı ve 37 kişinin ölümüne yol açtı. Kuşkusuz akla ilk olarak yine TAK (dolayısıyla PKK) geldi, ancak net bir resmi (asker/polis) hedefin olmaması (asıl hedefin Güvenpark’taki Çevik Kuvvet noktası, yani polisler olduğunu ileri sürenler oldu ancak bu sav pek inandırıcı bulunmadı) nedeniyle IŞİD ihtimali de yabana atılmadı. Fakat kısa süre içinde saldırganın PKK propagandasından yargılanmakta olan Seher Çağla Demir olduğu anlaşıldı, nitekim TAK da saldırıyı üstlendi.
IŞİD’in Beyoğlu saldırısı
Bundan altı gün sonra, 19 Mart 2016 Cumartesi günü saat 10.55’de İstanbul’un merkezinde İstiklal Caddesi’nde yeni bir intihar saldırısı olduğu haberi gelince doğal olarak akla yine TAK/PKK geldi. Daha önce de, 31 Ekim 2010 tarihinde, üstelik devletle Kürt hareketi arasında çözüm için diyaloğun yeni başladığı bir dönemde, Vedat Acar adlı genç Taksim Meydanı’nda sadece kendisinin ölümüne yol açan intihar eylemi düzenlemiş, TAK’ın üstlendiği saldırı dönemin bazı BDP milletvekillerinin sert tepkisini çekmişti.
Fakat yine birkaç saat içinde, bu saldırının TAK/PKK değil, IŞİD tarafından düzenlendiği anlaşıldı; saldırganın kimliğiyse, gecikmeli de olsa Gaziantepli Mehmet Öztürk olarak tespit edildi. Öztürk dışında, üç İsrailli, bir de İranlı turistin ölmesinden hareketle, bu eylem IŞİD açısından, Sultanahmet saldırısının bir devamı olarak telakki edildi.
Kafa karıştıran sorular, sorunlar
Üç ay içinde, ikisi İstanbul, diğer ikisi Ankara’da gerçekleştirilen intihar saldırıları bir dizi soruyu beraberinde getiriyor. Öncelikle Suriye ve kısmen de Irak’ta birbirleriyle amansız bir savaş yürüten iki ulus-ötesi (transnational) yapının, yani IŞİD ile PKK’nin Türkiye topraklarında böylesine bir şiddet yarışına girmiş olmalarına anlam verebilmek hayli zor. Normal şartlarda, bu iki örgütten birinin (bilhassa IŞİD’in) Türkiye’de sessizliği tercih edip devletin bütün enerjisini düşmanına hasretmesini gözetmesi beklenirdi.
Aslına bakılırsa, daha önce de, örneğin PKK, kamuoyu daha 20 Temmuz 2015’teki Suruç katliamının şokunu atlatamamış ve IŞİD meselesiyle yoğunlaşmışken önce 6 Eylül 2015’te Hakkari Dağlıca’da askere, iki gün sonra da Iğdır’da polise yönelik saldırılarla gündemi değiştirmiş ve ilgiyi (daha doğrusu tepki ve öfkeyi) IŞİD’den kendisine çekmişti.
Bir diğer dikkat çekici ve kafa karıştırıcı husus, tarafların kolaylıkla birbirlerinden kopya çekiyor olmalarıdır. Yazının girişinde de değindiğimiz gibi, TAK’ın üstlendiği Ankara’daki iki arabalı saldırı, daha çok El Kaide/IŞİD gibi yapılanmaların Afganistan, Irak ve Suriye gibi bölgelerdeki eylemlerini çağrıştırmaktadır. Benzer bir şekilde IŞİD’in Sultanahmet ve Beyoğlu’ndaki intihar kemerli saldırılarının benzerlerine de PKK tarihinden aşinayız.
Bir diğer benzerlik de, saldırıların üstlenilmesinde, daha doğrusu üstlenilmemesinde karşımıza çıkıyor. Bilindiği gibi, PKK geleneksel olarak, sivilleri doğrudan hedef alan saldırıları üstlenmiyor; bu tür eylemleri benimsemediğini, hatta karşı olduğunu beyan ediyor, ancak eylemleri üstlenen TAK’a karşı hiç de şeddid ifadeler kullanmıyor. Zaten kullansa bile ikna edici olamazdı, zira bu kadar organize, masraflı, sansasyonel stratejik eylemlerin PKK’nin bilgi ve onayı (hatta dahli) olmaksızın kendisini Kürt hareketi içinde tanımlayan bir yapı tarafından gerçekleştirilmesi imkânsızdır.
PKK “imaj” kaygısıyla bu tür saldırıları üstlenmezken, başka coğrafylardaki benzer eylemleri gecikmeden sahiplenen ve “sivil katili” imajından hiç de rahatsız olmadığı bilinen IŞİD’in, Türkiye söz konusu olduğunda sessiz kalmasının başka nedenleri olsa gerektir.
Öncelikle, yazının girişinde de belirttiğimiz gibi Türkiye IŞİD için, özellikle lojistik açısından son derece önemli ve değerli bir ülke. Bu önem ve değer, IŞİD’in Türkiye’yi bir “savaş alanı” olarak görüp tanımlamasından alıkoyuyor. Bununla birlikte, özellikle Musul’un düşmesinin ardından ABD liderliğinde IŞİD’e karşı kurulan uluslararası koalisyonun bastırmaları sonucunda Ankara İncirlik başta olmak üzere bazı üslerini açtı; Suriye sınırından geçişleri iyice zorlaştırdı ve ülke içinde de IŞİD şebekelerine yönelik, çok tatminkâr olmasa da operasyonlar düzenledi.
Bu bağlamda IŞİD’in Sultanahmet ve Beyoğlu saldırıyla Türkiye’nin canını “yakmak” değil de “acıtmak” istediğini düşünebilir, dolayısıyla bunları, muhtemel çok daha büyük katliamların habercisi, birer şantaj girişimi olarak görebiliriz.
Devlet ve kamuoyunun faile göre değişen tutumları
IŞİD ile TAK/PKK, Türkiye’de zaten var olan gerginliği, neredeyse nöbetleşe düzenledikleri intihar eylemleriyle tırmandırıp insanlara korku saçarak aralarındaki çok derin ayrılıkları da silikleştiriyor ve önemsiz kılıyorlar. Buna karşılık, öncelikle devletin, ardından kamuoyunun ciddi bir bölümünün eylemlere farklı yaklaşıp farklı muamelelere tabi tuttukları görülüyor. Örneğin, Ankara Garı katliamının ardından Konya’da bir futbol maçı öncesi bir dakikalık saygı duruşunun bazı izleyiciler tarafından ıslıklanması (benzer bir durum Paris katliamının ardından İstanbul’da, Türkiye-Yunanistan özel maçı öncesinde de yaşandı) çok da fazla şaşkınlıkla karşılanmadı.
Resmi yetkililer IŞİD tarafından gerçekleştirildiği anlaşılan Suruç, Ankara Garı katliamları gibi eylemlerin etkisini, ya gülünç “kokteyl terör” (yani PKK-IŞİD işbirliği) gibi spekülasyonlarla hafifletmeye çalıştılar ya da kısa bir süre içinde unutulmasının zeminini yarattılar. Halbuki, 5 Haziran 20015’te, Diyarbakır HDP mitinginde patlayan bombaların üzerine ciddi olarak gidilseydi Suruç, Suruç’un üzerine gidilseydi Ankara Garı patlaması engellenebilirdi. İki intihar eylemcisinin de devletin 21 kişilik listesinde olduğu düşünüldüğünde, ortada ihmalden de öte bir durum olduğu anlaşılıyor. Sultanahmet ve Beyoğlu saldırılarından sadece yabancı turistlerin mağdur olmasınınsa, bu önemsememe tavrını daha da kolaylaştırdığı muhakkaktır.
Buna karşılık TAK/PKK’ya atefedilen saldırılar, devletin bir süredir Kürt hareketine karşı benimesmiş olduğu “topyekûn savaş” stratejisine uygun olarak birer propaganda aracına dönüştürüldü.
Bu ikili tutumun Türkiye’de bir süredir yaşanmakta olan kutuplaşmanın derinleşmesini iyice şiddetlendirdiği kesindir. Buradan nasıl çıkılacağı, çıkılabileceği noktasında herhangi bir ipucuna, hele umut ışığına sahip olduğumuzu ileri sürmek de hiçbir şekilde gerçekçi olmayacaktır.
Suriye ve Irak’ta da çatışma ortamlarından çıkışın işaretleri görülmediği, hatta tam tersine daha da şiddetlenme olasılığının yüksek olduğu akılda tutulunca, Türkiye’de daha belli bir süre terör atmosferinin hakim olacağını, ülkenin bir nevi felç olduğunu, üzülerek de olsa vurgulamak gerekiyor.
29 Temmuz 2015’de CHP’nin çağrısıyla olağanüstü toplanan Meclis, TBMM Başkanvekili Şafak Pavey başkanlığında dört partinin de katılımı ile “terör” gündemini ele aldı. Açık oylama sonucunda TBMM Genel Kurulu’nda CHP’nin, “toplumsal barışı tehdit eden, artan terör olaylarının nedenlerinin araştırılarak, alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla terör olaylarıyla ilgili Meclis araştırma komisyonu kurulması” ilişkin önergesi AKP ve MHP vekillerinin karşı oyları sonucunda kabul edilmedi.“Seçim zamanı özellikle milletin huzurunu bozmak isteyenler hep bu tür terörist eylemleri yapıyorlar. Millet, bu konuda hassas olmalı. Daha önce Diyarbakır’da seçimlerden önce ’sırf barajı aşsın’, ’mağdur duruma düşsün’ diye böyle bir provokatör eylem yapıldı. Aynı filmi biz Diyarbakır’da görmüştük. Başka yerde de gördük.” Prof. Dr. Veysi Eroğlu, 10 Ekim 2015 Ankara Barış Mitingindeki patlama hakkında
“IŞİD dediğimiz yapı, bir çekirdek olarak, radikal terörize bir yapı olarak görülebilir ama oraya katılan kitlelerin ki bu kitlelerin içinde Türkmenler ciddi çoğunluktadır, Sünni Araplar var, Kürtler var, bunu böyle bilmek lazım. Daha önceki hoşnutsuzluklar, öfkeler, dışlanmışlıklar ve hakaretler bir anda büyük bir cephede geniş reaksiyon doğurdu. Eğer Irak’ta bizim hep dostça ve kardeşçe tavsiye ettiğimiz gibi Sünni Araplar süreçten dışlanmamış olsaydı bugün Musul ve Anbar gibi ana damar Sünni Arap vilayetlerde öyle bir öfke birikmesi olmazdı.” Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 11 Haziran 2014
Bunlar hem PKK hem de sansasyonel gelişmelerle ilişkili çevrelerle paralel yapı içindeki bazı çevrelerle de irtibatlar var. Görülüyor ki birileri Türkiye'de, bir kokteyl terör diyoruz buna, hepsini karıştırarak bir işe kalkışıyor. PKK, DEAŞ olanlar da var. Bu bombacıların çoğu Türkiye'de değildi. Başbakan Ahmet Davutoğlu, 10 Ekim 2015 Ankara Barış Mitingindeki patlama hakkında“Bu olan olay nedir ne değildir, saldırı mıdır, çok daha farklı bir eylem midir, bütün bunları şu anda özellikle Ankara’dan gelecek olan uzman ekibin araştırmaları ortaya çıkaracaktır.
Bunlar her zaman beklenen şeylerdir, sadece bu seçimler için değil. Bundan dolayıdır ki güvenlik güçlerimiz azami ölçüde tedbirleri alırlar. Bu Türkiye’ye ait bir şey de değil, dünyanın her yerinde seçimlerin öncesinde bu tür olaylara rastlanır. Bu tezgahın merkezinde de terör örgütü yer alıyor. Millet ne derse o olacak, millet barajı aşsın derse aşar, demezse aşmaz. Bu kadar basit.” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Diyarbakır HDP seçim mitingindeki patlama hakkında, 5 Haziran 2015
“Şurada, garın önünde bu yaşanan olay terörün nasıl kolektif uygulandığını gösteren bir olaydır. Şimdi kalkıyorlar, burayı DAEŞ yaptı, bilmem kim yaptı…Burada DAEŞ de var, PKK da var, El-Muhaberat da var, burada Suriye’nin kuzeyindeki PYD terör örgütü de var. Hepsi beraber ortak olarak bu eylemi planlamışlardır. Kimse kimseyi aldatmasın. Suruç’ta yaşananlar belli, Diyarbakır’da yaşananlar belli." Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 22.10.2015'te Hak-İŞ Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada, Ankara Barış Mitingindeki patlama hakkında
“Bizim için adı veya kısaltması ne olursa olsun, birbirlerinden farkları yoktur. Bizim için DAİŞ’le PKK’nın, PYD’nin YPG’nin DHKP-C’in, MLKP’nin bir diğerinden farkı yoktur. Bu bölgede faaliyet gösteren tüm terör örgütlerinin ilk hedefi Türkiye’dir. Çünkü Türkiye ayrım yapmaksızın bunların hepsiyle aynı kararlılıkla mücadele yürütmektedir. Dünya’da Daiş’le bizim kadar mücadele eden ve bizim kadar teröre bedel ödeyen ülke var mıdır? Aynı şekilde bölücü terör örgütü ile mücadelemizi de kararlılıkla ve fedakârlılıkla yürütüyoruz. Meydanı terör örgütüne, bölücülere, yıkıcılara bırakmamalıyız. Bölücü terör örgütünün gerçek yüzünü göstererek kamuoyuna hakikati anlatmaktan başka çare yoktur.” Cumhurbaşkanı Erdoğan, 12 Ocak 2016 Sultanahmet patlaması hakkında